Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ÇÖP MÜ NE ÇÖPÜ ?

11’e 10 Kala, Ben ve Defne ‘Çöp mü ne çöpü. Koleksiyon onlar. Koleksiyon diye bir şey vardır.’ Filmi izleyenler bu diyaloğu hemen ayırtedecekler. Bence filmin en keyifli sahnesiydi. Önceleri sıkıcı gibi görünen o sinirli ihtiyar, film ilerledikçe nasıl da büyüdü büyüdü kahraman oldu. Başarı burda gizli bence. 11’e 10 Kala… Altın Koza’nın En İyi Film, En İyi Yönetmen ödülü onundu bu yıl. Herşey bir anda oldu. Önceden gitmeye niyetlendiğimiz ama benim yoğunluğum ve plansızlığım yüzünden programlayamadığımız filme gitmek için o gün öğleden sonra bir kararlılıkla telefona sarıldım. Defne hazır ol. Akşama gidiyoruz. Dafnis’im kankam anında işyerindeydi. Toplandık gittik. Kendimizi bir anda Cinebonus’un kapısında bulduk. Hemen biletlerimizi aldık. Salona girdik. Mustafa DOK’un filmini görmek için sabırsızlıkla bekliyoruz ama salonda kimsenin olmaması da dikkatimizden kaçmıyor. Birkaç kişi mutlaka gelir diyoruz ama ışıklar kapanıyor film başlıyor durum hala değişmiyor. Filmi Def...

YAŞASIN DİZİ SEZONU AÇILDI

‘aaaaay sen dizi mi seyrediyorsun? İnanmıyorum yaaaa!’ ‘ben hiç dizi seyretmiyorum. Tahammülüm yok o saçma sapan Türk dizilerine’ ‘valla ben cnbc-e dizilerini seyrediyorum sadece çok kaliteli oluyor onlar’ etrafımda bu ve buna benzer cümleleri söyleyen çok arkadaşım, eşim, dostum var. Ama şunu açık yüreklilikle söylüyorum ki ‘ben seviyorum ve severek izliyorum Türk dizilerini’ hepsini değil elbette ama seçtiklerimi ve bunu açıkça söylemekten de hiç imtina etmiyorum.  Kimine göre zaman kaybı, kimine göre bayağı bir davranış… Ben hiç öyle düşünmüyorum ve kendimce de çok haklı nedenlerim var.  Öncelikle, prodüksiyonun zorluklarını bilerek izlerim dizileri... En kötüsünü yapana da emeğinden ve çabasından ötürü saygı duyarım -iyilere şapka çıkarmak koşuluyla!- Kötü prodüksiyonları alkışlayalım, işini özensiz yapanları görmezden gelelim demiyorum ama eleştirirken de çok acımasız olmamak gerekir diye düşünürüm. Bir başka nedenim; dizilerin sektöre can vermesi tabi ki. Yerli yapım...

CUNDA AHH CUNDA!

Şunda bunda değil, sadece Cunda... Gökçeada, Bozcaada, Büyükada ve bir de kızım Ada... Bütün Adaları görüp oralarda konaklamak, adanın kendine has havasını solumak, hatta oralarda doğmuş büyümüşçesine nostaljiler yaşamak...Nedense hep duyup bir türlü gidemedim şimdiye kadar bu adaların herhangi birine. (Balayı için gittiğimiz Yunan Adaları’nı saymıyorum!) Bu tatilde bir değişiklik yapalım, kalabalığa girmeyelim gidelim sakin bir yerlerde başımızı dinleyelim, laptaplarımızı alalım yazılar yazalım, ne zamandır başumda duran bir türlü sonlanmayan kitapları bitirelim (Masumiyet Müzesi, Aşk, Yahudi Efendi vb. ) dedim. Ege’nin doğası da suyu da güzeldir, fazlasıyla yorulduğum için bu yıl özellikle bu yıl biraz da kendi kendime kalmak istedim ve aklımdaki Ada tatili konsepti için -daha önce oralara giden ve harika olduğunu söyleyen arkadaşları da ciddiye alarak- ‘Cunda’ yı tercih ettim. Ettim dediysem tek başıma değil Ada ve Göksel de benimle tabiii... Kızımla başbaşa kalacak, Gök...

SİBEL VERSUS FİDAN

Meslek hayatım yapım yardımcılığı ile başladı. 3 yıllık bir TRT geçmişinden sonra yönetmenlik, muhabirlik, metin yazarlığıyla devam etti. Arada kendi mesleğimi yapamadığım bir dönemim de oldu; 6 ay kadar baz istasyonu kuran hatırı sayılır bir şirkette bile çalıştım yani. Son 10 yıldır tutarlı bir şekilde reklam ve prodüksiyon işleri yapıyorum. Bunun son beşi yöneticilikle geçti. Şimdi iyi de bize ne bundan diyebilirsiniz. Hemen konuya giriyorum. Ada doğmadan önce gayet aktif bir şekilde çalışıyordum kısacası. Gündüzleri metinler yazıp, çekimlere gidiyor, geceleri de metinlerini yazdığım tanıtım filmlerinin, televizyon programlarının montajlarına kalıyordum. Sıkı bir iş rutini... Gece çalışmak bir rutin olmuştu gerçekten. Bilenler bilir.! Bu acımasız iş temposundan hiç şikayetçi olmadım, bilakis bu işimin bir parçası deyip kendi kendimi teskin ettim hep. Ada’nın doğumuna 10 gün kala izne ayrıldım ve Ada üç aylık olana kadar onunlaydım sürekli. ‘Doğum sonrası bunalıma giren anneler va...

BÜYÜK ÇATIŞMA: AKIL ve YÜREK

Akıl ve yürek iki samimi dost ve aynı zamanda iki büyük düşmandır. Akıl görür... Öğrenir, muhakeme eder, ders alır... Yürek görmez... Görmek istemez... Yürek hisseder ve asla ders almaz... Akıl dingindir, suskundur. Yürekse yerinde duramaz... Bazılarının aklı görür, bazılarının yüreği... Bazıları aklıyla, bazıları da yüreğiyle yaşar. Aklıyla yaşayanlar matematik unsurlara göre hareket eder genellikle de kazanırlar. Kaybedenler çok azdır da diyebiliriz. Onlar da muhtemelen sonunda aklını bırakıp yüreğine meyl edenlerdir. Yüreğiyle yaşayanlar ise genelde kaybederler... Hesap yapmazlar. Dostları vardır sayılarını kendileri de bilmezler çünkü saymazlar. Kimilerine göre sefil bir hayattır onların ki ama sevgi dolu olmasına kimse itiraz edemez. İkisi ile birlikte yaşayanlar –ki dünyada sayıları çok azdır, onların üzerinde durmuyorum; kılım onlara- en şanslılarımızdır. Peki ya aklı ile yüreği sürekli çelişenler... Onlar ne yapsın! Onların bir yanı doğuya bir yanı batıya...

BULUŞMA

Hayat insana zaman içinde ne çok şey öğretiyor. Yani telaşa gerek yokmuş diyorsun. Gençken zamandan önce gitmeye çalışırken gözün çok şey görmek istiyor da gönlün bu hıza yetişemiyor. Yıllar içinde bu telaşlı koşuşturmaya bünye dayanmıyor ve bir yerde duruyorsun. Durduğun yerden zamanın akıp gidişini seyrediyorsun. Ne demek istiyorum yani ben? Diyorum ki 15 yıl sonra neden buluştuk? Bundan önceki buluşma denememizde neden başarısız olduk? Bizim dönem İLEF’in gelmiş geçmiş en nevi şahsına münhasır dönemi. Birbirini arayan, soran, birbirine bağlı bir dönem değil anlayacağınız. Aramızda güçlü bir bağ yok. Acaba bu tam da krizde mezun olan sonra da mütemadiyen her dört yılda bir krizle mücadele eden ve bir şekilde ayakta duran bir dönem olmamızdan mı kaynaklanıyor? Ben o nedenle kendi dönemimizi ağır alçakgönüllü, akıllı ilerleyen, piyasanın gizli kahramanları olarak niteliyorum. Diyorum ki ben artık zamanı gelmişti. Hayatın peşinden koşmayı bıraktığımız bu günlerde birbirimizi arar ...

BOĞAZ'IN SULARI

Boğazın sularına attım seni... Ölümün türlü türlü halleri var… Varmış… Bunu zaman öğretti bana. Önce penceremdeki sardunya sonra masamdaki menekşe öldü. Dedem öldü sonra… Çocukluğum, hatıralarım öldü. Tanıdığım en gerçek ölümdü bu yüzüme vurulan ama hiçbir acı içimdeki hayallerimin ölümü kadar canımı yakmadı. Kalbim taşlaştı sanki… Şarkı söyleyemez, taklit yapamaz oldum… Gülemedim uzun süre… Dudaklarımda dondu heyecanlarım… Ankara da patlama oldu. Canlı bomba. Nasıl yani… İnsan bile bile ölüme nasıl gidebiliyordu ve dahası başkalarının ölümüne nasıl sebeb olabiliyordu. Ajanslar, patlama olduğu gün canlı yayında tüm vahşeti anında gözler önüne sermişti. Ertesi gün yazılı ve görsel basına görüntü ve fotoğraf yasağı getirildi. ‘Devamı gelebilir’ açıklamaları yapılıyordu. Panik havası azaltılacaktı. Bu açıklama halkın endişesini söndürebilecek miydi? Halk bu rahatlatıcı açıklamanın ardından paniğe kapılmayacak mıydı.? Yani bu açıklamanın ne kadar teskin edici olduğu ortadaydı...

ADANİL

Binlerce isim arasından özenle seçtik…Daha doğmadan bu ismin onu tamamlayacağını ve ona çok yakışacağını hissettik…Ada Nil mi? Ada mı? Nil mi? AdaNİl mi? Adanil yeni bir hayat…Adanil yaşama sevinci… hayata direnme gücü… mutluluğun habercisi…Adanil güne güneşle uyanmak akşam huzur içinde uyumak…Adanil söylenmemiş sözlerin, yazılmamış satırların, aşılmamış denizlerin adı…Adanil kızım...

BEN GELDİM...

Sevgili blogcular, Ben geldim. Aranızdayım. Kimi zaman karşınızda kimi zaman yanınızdayım. Binlerce bilgi arasından süzülerek bende yer eden, Yerleştikçe paylaşma ihtiyacı doğuran damıtılmış sözcüklerle buradayım. Kimi zaman hak verdiğiniz, kimi zaman 'amma abartmış dediğiniz' daha çook yazılarım, daha çoooooook söyleyecek sözlerim olacak. Hayattan derlediklerimle artık blogdayım. Yaşasın özgürlük. Yaşasın 'yeni blog hareketi'...