Şunda bunda değil, sadece Cunda...
Gökçeada, Bozcaada, Büyükada ve bir de kızım Ada... Bütün Adaları görüp oralarda konaklamak, adanın kendine has havasını solumak, hatta oralarda doğmuş büyümüşçesine nostaljiler yaşamak...Nedense hep duyup bir türlü gidemedim şimdiye kadar bu adaların herhangi birine. (Balayı için gittiğimiz Yunan Adaları’nı saymıyorum!) Bu tatilde bir değişiklik yapalım, kalabalığa girmeyelim gidelim sakin bir yerlerde başımızı dinleyelim, laptaplarımızı alalım yazılar yazalım, ne zamandır başumda duran bir türlü sonlanmayan kitapları bitirelim (Masumiyet Müzesi, Aşk, Yahudi Efendi vb. ) dedim. Ege’nin doğası da suyu da güzeldir, fazlasıyla yorulduğum için bu yıl özellikle bu yıl biraz da kendi kendime kalmak istedim ve aklımdaki Ada tatili konsepti için -daha önce oralara giden ve harika olduğunu söyleyen arkadaşları da ciddiye alarak- ‘Cunda’ yı tercih ettim.
Ettim dediysem tek başıma değil Ada ve Göksel de benimle tabiii... Kızımla başbaşa kalacak, Göksel’i yeni bir tatil formatıyla tanıştıracak bu arada ben de hayalini kurduğum sakin bir tatile kavuşacaktım. Meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye açılan balkon kapıları ötesinde deniz ve eski bir Rum evi nostaljisi olacaktı. Fakat gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı.
Çünkü ben bu hayalleri kurarken bazı fiziki kuralları atlamıştım.
Bir; Cunda arabasız olmazdı çünkü denize girilecek yerler yürüme mesafesinde değildi.İki; Cunda Adası Ankara’ya 9 saat uzaktaydı ve bizim tek şoförümüz vardı üstelik o da gece araba kullanamıyordu. (Benim ehliyetim vardı ama araba kullanmıyordum yani arabayı Göksel kullanacaktı tatil boyunca)
Neyse dura dinlene tatil heyecanıyla çıktık yola... Ayvalık bizi çarpmadı ama Cunda’ya girdiğimizde durum değişti. Küçük dar sokaklar, eski taş evler ve ada halkı...
Kuleli Konak kısa bir aramadan sonra dar bir sokakta bizi bekliyordu. Mine Hanım güleryüzlü bir şekilde karşıladı bizi. Ahşap bir zemin, merdivenler, yüksek tavanlar, eski mobilyalar ve tepemizde dönen pervane... Konaktan yaşanmışlık akıyordu. Hele katlanarak açılan yeşil pancurlar... Doğrusu 250 yıl önce yapılmış olduğuna insan inanamıyordu... Benim için ‘aaa ne güzelmiş’ olan şeyler, Göksel için ‘neeee klima yok mu’ oluyor ve buna ‘balkonu da mı yok yani’ şaşkınlığı eklenince durum acınası bir hal alıyordu. Mine Hanım’a ‘şeyyy biz aslında balkonlu bir oda düşünmüştük’ diyoruz ama ne mümkün değiştirmek tüm odalar dolu... Neyse ki konağın güzel bir bahçesi samimi ve güleryüzlü çalışanları ve konuşkan bir işletmecisi vardı. Bu sıcak aileye Melissa ve annesini de ekleyince hiç hesapta olmayan bir aile ortamında bulduk kendimizi... Önceleri ‘beni nereye getirdin böyle?’ bakışlarıyla sorgulayan Göksel, bir bakıyorum benden önce duş alıp bahçeye çay içmeye iniyor, Mine Hanım’la sohbetlere dalıyor doğrusunu isterseniz Göksel hiç olmadığı şekilde sıcakkanlı bir hale bürünüyordu.
Cunda...ahhhh Cunda... Saat 16.00 dan sonra çok daha keyifli oluyordu. Taş sokaklarda yürüyor, kimi zaman sevimli kimi zaman şık restoranlarda zeytinyağlıları -Göksel pek sevmese de- deniz ürünlerini götürüyorduk (aslına bakarsanız ben götürüyordum). Sahilde yürüyor, taş kahve de çay içip yan masada hiç tanımadığımız amcalarla sohbet ediyor, sakızlı dondurmayla akşamı kapatıyorduk. Ada ile ben mutlaka incik boncuk bakıyor Göksel’in sabrını deniyor, konağa dönüyorduk. Konağa her girişimizde Ada ‘evdekilere merhaba diyeyim’ cümlesiyle bahçeye koşuyordu. Kısa sürede herkesin gönlünü fethetmesi zor olmadı yani. Sevildikçe çenesi düşüyor, herkesin beynini uyuşturana kadar da konuşuyordu.
Günler böyle geçerken Göksel’e acıyarak, dayanamayıp Mine Hanım’a açıldım. ‘Mine hanım eşim konfor seviyor yok mu buralarda konforlu bir tisis?’ ve Mine Hanım’ın önerisiyle Ortunç Otel’le tanıştık sonunda. Dönene kadar yapıştık Ortunç’a... Hergün ordayız... Derken annem ve kardeşlerimden beklenmedik bir atak... Hadi gelin görüşelim. Onları kırmadık, tatili kısa kestik. Tabii dönmeden Ayvalık, Sarımsaklı, Şeytan Sofrası’nı da gezmeyi, zeytinyağı, yeşil zeytin almayı da ihmal etmedik...
Manisa’ya meyve ağaçlarının, üzüm bağlarının, zeytinliklerin arasından geçerek bir akşam karanlığında vardık. Yol boyu çocukluğumu hatırladım. Ne çok anı biriktirdiğimi...
Manisa’dan günün ilk ışıklarında babamın mezarını ziyaret ettikten sonra ayrıldık, Banaz’dan geçerken -planlasan olmaz- kuzenim’in yol üstündeki fabrikasına uğradık (fabrika kuzenimin gibi oldu keşke öyle olsaydı Emel orada çalışıyor) sıcak sponton bir ziyaretten sonra evin yolunu tuttuk. Evim evim güzel evim... Annem hep söyler ‘nereyi gezersen gez en güzeli insanın kendi evidir ‘ diye gerçekten öyle galiba...
Cunda deyince en çok neyi hatırlıyorum... Sevimli dar sokakları, akşamüstü batan güneşi, taş kahveyi, Kuleli Konak ailesini...
Tatilden çıkardığım dersler'e gelince:
Tatil kesinlikle bir hafta olmamalı... En az 15 gün...
Mümkünse heryere uçakla gidilmeli, arabayla gidiliyorsa çift şöfor olmalı
Mümkünse yakın bir yerler tercih edilmeli
Göksel ile gidiliyorsa mutlaka en az beş yıldızlı ve full konforlu bir yer ayarlanmalı
Ada’nın hiçbir eşyası eksik olmamalı (aslına bakarsanız neredeyse evi sırtımızda taşıdık ama yine bir şeyler çıkıyor işte! hele sözkonusu Ada olunca), bozuk plak gibi elde edene kadar tekrar eder yoksa...
Göksel ile gidiliyorsa mutlaka en az beş yıldızlı ve full konforlu bir yer ayarlanmalı!!!
İşte böyle...Entellektüel hayallerle yola çıkan ve acınası tecrübelerle evine dönen zavallı Sibel’in tatil maceraları... Seneye size Fas anılarımı yazacağım...
(Bu arada yazar, sinema sanatçısı, gazeteci çok sayıda ünlüyü de orada gördüğümüzü hatta bazılarıyla samimi sohbetlere daldığımızı da söylemeden geçemeyeceğim. Ama onların kimler olduğunu, onlarla neler konuştuğumuzu yazmayacağım. Eeeee artık o da bize kalsın... )
Yorumlar
Yorum Gönder