Yürüdükçe yürüdüm…
Ayaklarım bir yanda kafam bir yanda…
Göz kapaklarıma binen ağırlıktan gözümü açamıyorum. Milyonlarca soru beynimi kemiriyor.
Soruyor, cevap veriyorum, bir daha soruyor başka bir cevap buluyorum. Bir daha, bir daha derken yorgun düştüm. Bayılmışım. Kendime geldiğimde uzaktan küçük bir ışığın sızdığını gördüm.
Karanlıkta ışığa doğru yürümek istedim. Tekrar düştüm.
Düştüğüm yer neresiydi? Kalbin hangi odasıydı bilemedim.
Masmavi bir oda hayal ettim. Nefes alacak, soru sormayacak ve sadece kendime odaklanacaktım.
Birden karşımda gördüğüm o yorgun yüzle irkildim. Bitkin, mutsuz ve yaşlı bu yüz bendim.
Çizgilerim öyle derindi ki korktum.
Bu korkudan kaçarken garip bir endişe sardı içimi.
Sarı sapsarı bir dünyaya uyandım. Yapraklar solmuş, yeşili unutalı yıllar olmuş.
Kahveye dönenler yerlerde, kırmızılar dallarda soğuğa direniyor. İçimdeki korku büyük bir boşluğa dönüştü, büyüdükçe büyüdü.
Koca bir kara delik. Simsiyah bir korkuya dayanmak. Kalbin hangi odası bunu ister, bunu kaldırır bilemedim. Karanlıktan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım. Yıldızlara koştum. Geceyi bölen yıldızlara. Kilometrelerce uzaktaki milyonlarca yıldıza selam durdum. Her biri birbirinden parlak binlerce yıldız.
Uzanıp tutmak istedim bir bir yakalamak ama milyonlarca kilometre ötedeki yıldız nasıl yakalanır?
Tam tutmuştum ki bir de baktım ellerim kan kırmızı... Her yer kan kırmızı… Yürüme koş, susma konuş diyen, göze ışık, öze can veren kırmızı…
Ben işte böyle odadan odaya dolaşıp, kendimle mücadele ederken arkamda duran gerçek güzelliği göremedim.
Bir cesaretle sordum sonunda: Söyle şimdi dedim.
Beni kalbinin hangi odası ile sevdin?
Kalbimi sadece sen gördün.
Çin’in Wuhan kentinde ilk Covid-19 vakası açıklandığında hayat normal seyrinde devam ediyordu. Hemen hemen herkesin en az bir sosyal medya hesabı vardı ve her zamanki paylaşımlar yapılıyordu. Çin’de başlayan, dünyayı saran salgın bize sanki hiç gelmeyecekmiş gibi davranıyorduk. Taaki 11 Mart 2020’de Türkiye’de ilk Covid-19 vakası açıklanana kadar. Hastalığa yakalananların sayısı önce 1, sonra 5, sonra 25, 50 derken kısa sürede 1000’leri buldu. Ve ölümler… 17 Mart’ta ilk ölüm açıklandı. Demek gerçekten bu hastalıktan ölünebiliyordu. Umre’ye giden Hacılar dendi önce yurtdışına gidip gelen tarifeli uçak seferleri gözden kaçtı ya da yük taşımacılığı yapan uluslararası nakliyat gemileri. Toplum “duyarlılar” ve “duyarsızlar” olarak ikiye ayrılmıştı sanki. Bir grup işin ciddiyetini hemen kavrayıp tedbirler alıp, korunma çağrılarına uyarken, diğer grup sanki kendine hiç uğramayacakmışcasına umarsız hatta tenkit edildiğinde görevlinin yüzüne tükürecek kadar da cahil olabilmişt...
Çok güzel olmuş Sibo... Soyut ve derinlikli... Tam bana göre... :) İçten ve düşündürücü buldum ayrıca... Bu tarza devam diyorum! :)
YanıtlaSil